Safranbolu Mu Yoksa Dubai Mi?

Safranbolu Mu Yoksa Dubai Mi?

Yayın: 26.04.2016 10:04
Paylaş:
A+ A-

Şehir ve şehir-insan ilişkileri her zaman ilgimi çekmiştir.
Çünkü tarih dediğimiz geçmiş şehir devletlerinin kurulmasıyla kendini anlatacak hale gelmiştir.
Şehir devletlerinin gereksindiği dört öge tarihi kayıtların tutulmasına olanak sağlamıştır.
Nedir bunlar derseniz…
Şöyle sıralayabilirim.
Yazı,hukuk,sayı ve takvim…
Eski çağlardan beri şehirler tapınakların etrafında şekillenmiştir.
Tarihte ilk kralların rahip-kral yada tanrı-kral olmalarının sebebi budur.
Din anlayışları şehirlerin karakter kazanmasına neden olurken aynı zamanda onları yaşatacak ruhu da oluşturmuşlardır.
Şehirler; kuruluşlarından itibaren insan yaşamını en iyi anlatan açık hava müzeleridir.
Biz bu anlamda Safranbolu’yu neden koruyoruz.?
Neden bu işi önemsiyoruz.?
Neden bu şehri görme,tanıma ihtiyacı duyuyoruz.?
Ya da Unesco bu kenti neden miras kenti listesine dahil etmiş…
Evet…
Bunun anlamı şu….
Safranbolu’nun tüm insanlığa bıraktığı ortak bir anlatı/mesaj var.
Yaşama sanatının inceliklerini ön plana çıkaran.
O mesajın merkezinde de insan unsuru ilk sırada yer alıyor.
İnsanların kent yaşamında birbirleriyle ilişkileri çok önemli çünkü…
Bu ilişkiler bizleri tarih içinde var etmiş.
Tarihimizin süreklilik kazanmasına neden olmuş.
İşte Osmanlı toplumu buna güzel örnek oluşturuyor.
Rahmetli Hulusi Yazıcıoğlu’nun Safranbolu ile ilgili son kitabı “Küçük Osmanlı:Safranbolu” adını taşıyor.
Bunun bir anlamı olabilir mi?
Bir düşünün bakalım.
Osmanlı’nın uzun soluklu olmasının nedenini bir yerde Safranbolu gibi şehirlerde aramak gerekir.
Şehir yaşantısının ve modellerinin siyasal yaşam üzerindeki etkisini araştırdığınızda bu gerçeklik kendini ortaya çıkarıveriyor.
Safranbolu mimarisinde,evlerin düzeninde neyi görüyoruz.?
“Şehrin mimarisinde komşuluk ana faktördür….
Evler sıra sıra kaleye doğru çıkar.
Şehri tasarlayan iki şeye dikkat edilmiştir.
Biri üstteki komşunun önünü kapatmamak.diğeri aşağıda komşunun da mahremiyetini ihlal etmemek.
Evlerin ön cephesi kıbleye dönüktür.
Şehirler fiziksel çevrenin kendisine sunduğu imkanlara göre sakinlerine dünya ile ahiret arasında bir menzilde yaşatma imkanı sunmuştur.
Evlerle insanlar arasındaki ilişkiyi kolay sağlayabilmek için “hayat” denen avlular vardır.
Avlu,komşuluk ilişkisini düzenler.
Geniş avlunun etrafında evler sıralanır,her evin mahrem alanı ayrı,ama avlu ortaktır…
Avludaki komşuluk ilişkisi doğal ve sıkıdır.
Medrese,külliye,tekke ve dergahların da farklı stillerde olsa mekan kullanımı aynı telakkiye göre düzenlenir.
Apartman hayatında komşuluk ilişkisi olmadığını tecrübe ederek anlıyoruz.
İnsanların üst üste yığıldığı mekanlarda komşular birbirini tanımıyor.
Bir başka apartmanda oturan tanıdığıyla görüşebilmek istediğinde özel bir gayret sarf etmeli.
Dairenin dışına adım attığımız anda külfetli bir durum söz konusu.
Pekala günümüzde bu külfetli yaşamın nedeni ne?
Bu hayatı insanlara kim zehir etmek için büyük çaba göstermiş.
Bakın Dubai’ye….
Küresel bezirganlar Arap şeylerine yaşamaları için nasıl bir şehir inşa etmişler.?
Gökdelenler ve onun içinde kaybolmuş ve birbirine yabancılaşmış insanlar.
İşte bu bizim medeniyet dediğimiz şey bu…!
Şehirde kendini kaybetmiş yığınlar kütlesi…

Görüş Bildir

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

Slow Food hareketi iyi, temiz ve adil gıda için 38 yıldır mücadele veriyor

Anadolu Ajansı
Yayın: 29.03.2024 08:48
Paylaş:
A+ A-

İSTANBUL (AA) – YETER ADA ŞEKO – Doğal kaynakları korumayı ve temiz gıda üretimini desteklemeyi hedefleyen küresel Slow Food (Yavaş Gıda) hareketinin başkanı Edward Mukiibi iklim krizi ve israfın, gıda konusunda en fazla karşılaştıkları iki büyük sorun olduğunu söyledi.

Dünyanın en büyük gıda hareketlerinden biri olarak kabul edilen Slow Food, “iyi, temiz ve adil gıda” sloganıyla dünya üzerinde 160 ülkede faaliyetler ve farkındalık kampanyaları düzenliyor.

Hareketin çalışmaları hakkında AA muhabirinin sorularını yanıtlayan Mukiibi, Slow Food'un 1986'da İtalya'da doğduğunu ve 38 yıldır devam eden serüvenlerinde dünyanın her köşesinden çok sayıda insana ulaştıklarını kaydetti.

Su başta olmak üzere doğal kaynakların ve biyoçeşitliliğin korunması hedefini faaliyetlerinin merkezine aldıklarını belirten Mukiibi, daha iyi bir dünya için çalıştıklarını ve bunu da çevreye ve insana zararı olmayan gıdaların üretimini teşvik ederek, aynı zamanda sorumlu tüketim ve sorumlu üretim bilincini aşılamaya çalışarak gerçekleştirdiklerini ifade etti.

Slow Food ağı içerisinde çiftçilerden şeflere, öğrencilerden aktivistlere, devletlerden uluslararası organizasyonlara kadar gıda konusunda harekete geçmek isteyen milyonlarca kişiyle çok sayıda kurum ve kuruluşun yer aldığını bildiren Mukiibi, “Sadece maddi olarak destekleyen 100 binden fazla üyemiz var. Ama bu herkesin maddi olarak katkıda bulunmak zorunda olduğu anlamına gelmiyor. Aslında paranın satın alabileceğinden çok daha fazlasını yapan topluluklar var. Buna biyoçeşitliliği koruyan yerel toplulukları örnek gösterebiliriz.” dedi.

Edward Mukiibi, hareketin sadece gıda ürünlerini değil gıdanın getirdiği kültürü de korumaya çalıştığını, bu nedenle gıdanın nasıl tüketildiği, hangi tekniklerle pişirildiği ya da nasıl korunduğu üzerine de çalışmalar yürüttüklerini aktardı.

– Nuh'un Gemisi Projesi

Yok olma tehlikesi altında bulunan bitkisel ve hayvansal ürünleri çevrim içi katalogda bir araya getirdikleri “Nuh'un Gemisi” projesine değinen Mukiibi, “Bu katalogda yalnızca bilimsel veriler bulunmuyor. Kültürel, organoleptik, geleneksel bilgilerle ürünlerin hazırlanması sırasında kullanılan teknikler ve bölgeyle olan bağları da yer alıyor.” diye konuştu.

Proje kapsamında bugüne kadar dünyanın her yerinden 5 bin 300 ürünü korumaya çalıştıklarını dile getiren Mukiibi, şöyle devam etti:

“Bu projede büyük tufan yaşandığında türleri yok olmaktan kurtaran Nuh’un Gemisi'nden esinlendik. Aslında bugün de yine o büyük tufan genetik, kültürel ve geleneksel erozyonla burada. Günümüzde yerel ve geleneksel gıdalar gen aktarımı, gen korsanlığı gibi çeşitli problemle karşı karşıya. Slow Food hareketi ise gıda kültürümüzü korumaya çalışıyor.”

Proje dahilindeki türleri kendi coğrafyalarında korumaya çalıştıklarının altını çizen Mukiibi, iklim değişikliği sonucu artık beslemesi ekonomik olarak tercih edilmeyen, bu nedenle de popülasyonları giderek azalan hayvanları çeşitli teşvikler ve projelerle yeniden tercih edilebilir hale getirdiklerini, bitkiler konusunda ise özelikle yerel gruplar arasında tohum bankaları oluşturduklarını ve tohumların kullanılması için çeşitli ağlar geliştirdiklerini anlattı.

“Afrika’nın Bahçeleri” adlı bir diğer projelerinde, kıtada giderek yaygınlaşan endüstriyel gıda üretimine karşı bir alternatif oluşturmaya çalıştıklarından bahseden Mukiibi, şunları söyledi:

“Afrika’nın geleneksel gıda üretim yöntemlerini korumak istiyoruz. Bunu gerçekleştirmek için yerel toplulukları agroekolojik yöntemler çerçevesinde tarım yapmaya teşvik ediyor, konu üzerine eğitim programları düzenliyor, gruplar arasında koordinasyon kurarak bilgi aktarımı sağlıyoruz. Proje 2010 yılında Uganda, Kenya ve Tanzanya'daki birkaç bahçeyle başladı. Bugün Afrika kıtasının çeşitli yerlerinde 5 binin üzerinde bahçe oluşturulmuş durumda. Sosyal medyada her gün yeni bir katılımcının daha kendi bahçesini açtığını görüyoruz.”

– “Üretimde iklim değişikliği, tüketimde israf en büyük sorunlar”

Tüm projelerinde üretim süreçlerinde karşılaştıkları en büyük problemin iklim değişikliği olduğunu ifade eden Mukiibi, özelikle sıcak hava dalgaları, ani yağışlar sonucu yaşanan sel felaketleri gibi aşırı hava olaylarının gıda üretimini zorlaştırdığını vurguladı.

Mukiibi, “Tüm bu yaşananlar gıdaya erişimimizi, gıda güvenliğimizi ve bizim açımızdan yağmuru merkeze almış tarım sistemimizi etkileyecek. İklim kriziyle mücadelede geniş kapsamlı iklim değişikliği adaptasyon çalışmaları yürütüyoruz.” ifadelerini kullandı.

Tüketim noktasında karşılaştıkları en büyük problemin ise gıda israfı olduğu bilgisini paylaşan Mukiibi, “Küresel gıda üretiminin neredeyse yarısı tabağımıza ulaşamadan israf ediliyor. Bununla birlikte enerji, kaynak, çiftçilerin o ürünleri üretirken harcadıkları zaman da israf edilmiş olunuyor yani gıda israfı tabağımızın çok ötesinde. Çünkü bir ürün yetiştirirken çok fazla su kullanıyorsunuz, topraktan çok fazla besin maddesi alıyorsunuz. Bunların hepsi israf ediliyor. Gıdaya yapabileceğiniz en büyük saygısızlık onu israf etmek. Ayrıca gıda israfı, doğaya da bir saygısızlık.” değerlendirmesini yaptı.

Özelikle gençlerin önlerine gelen tabağın hikayesini bilmediğine ve daha çok israf ettiğine dikkati çeken Mukiibi, Slow Food olarak bu farkındalığın kazandırılması için her yıl Nisan ayını “gıda israfı ile mücadele ayı” olarak belirlediklerini sözlerine ekledi.