Bir mekâna dâhil olmak istediğimizde göze çarpan unsurları hatırlayarak başlayalım isterseniz bu hasbihalimize. İlk önce bir kapı karşılar bizi. Zil varsa zili çalarız misafir gibi. Zilleri zır zır çalanlar genelde evin ahalisindendirler. Konuklar zili daha nazik çalmaya meyillidirler. Maksat “biz geldik” kapıdayız demektir. Zil yoksa kapıyı, ya orta parmağımızın yumruk yapılmış kısmıyla ya da kapı tokmağı varsa onu kapıya hafif şekilde vurarak çalarız. Ayakla kapı tekmelemek yine evin bireylerine özgü bir atraksiyondur. Mekâna göre değişir ama kapı açıldıktan sonra genelde bir antreyle karşılaşırız. Ev sahibi dostumuz, hemen palto, ceket gibi yükte ağır giysileri ya da elimizdeki ikramlık olarak aldığımız hediyeleri, ince bir görev şuuruyla bizden kurtarmak jestinde bulunurlar. Her evin misafir odası olarak kullanılan bir özel bölümü vardır. Misafir gelince ısıtılan bir ortamdır genelde burası ya da salon diyelim. Oturma odası diye de adlandırılabilir. Burada belki ilk dikkat çeken objeler arasında; oturulacak bir koltuk, vakti öğrenebileceğimiz bir saat yer alır duvarda asılı. Sonrasında evin kokusunu burnumuz hisseder. Akabinde evin metre karesi hesabına gireriz. Kaç oda var, tuvalet-banyo nerede, ev kaç artı bir, balkon küçük mü büyük mü, mutfakta acaba pişen neler var gibi. Umumi bir mekâna (cami, hastane, devlet dairesi, kütüphane, toplantı, yemek veya düğün salonu vb.) misafir olmuşsak eğer, kapı sadece koruma amaçlı yapıldığından, paldır güldür girebiliriz ortama. İlk iş olarak yorgunluğumuzu atabileceğimiz oturacak bir yer kollarız. Genelde sınırlı sayıda olsa da birkaç kişilik yer bulunur. Sonra susadığımızı hisseder, bir yudum su veren yok mudur, diye hayıflanırız. Bu özel yerlerin kendine has koku enerjileri olduğunu da rahatlıkla hissederiz. Bir müddet sonra, orada sürece çok kalacaksak eğer palto, ceket gibi yüklerden kurtulmak isteriz. Genelde buralarda, elbiseleri asabileceğimiz askılık ya hiç yoktur ya da çok uzakta bir yerdedir. O yüzden sandalye ya da koltuğu ya da uygun boş bir yeri kullanmak en mantıklısıdır. Süre bir saati geçmişse; ya namaz kılmak için abdest ihtiyacı ya da tuvalet ihtiyacı hâsıl olur insanlarda. Lavabonun yolunu ararız ve kollarımızı ve pantolon paçalarımızı sıvar konuma gelebilmek için yine askılık benzeri bir aparat ararız. O anda en büyük ihtiyaç askılıktır. Bu maddi ve manevi ihtiyaçlarımızı karşıladıktan sonra mekândan uygun zamanda ayrılma vaktini hesap edebilmek için yine duvarlarda bir yerlerde bir zaman ölçer aramaya teşebbüs ederiz. Yine saat ya hiç yoktur ya da çok uzakta bir yerlerde asılı duruyordur. Sevgili dostlar, hatırlatacak olursanız: İnsan saat kullanabilir diye. Ben de “Âlâ” derim ama hiçbirimiz askılık taşımıyoruz maalesef. Bir de yukarıda da canlandırmaya çalıştığım gibi, bu iki aksesuarın (askılık ve saat) yokluğundan daha da kötü bir durum var sizlere sezdirmeye çalıştığım: O da: Bu iki unsurun artık hizmet vermemesi: Saatin günde iki defa doğruyu göstermesi ki, bu hiçbir işimize yaramaz; askılığın da kırık gönüllü davranması. Satılmış Ümit ÇETİNKAYA Eğitimci-Yazar Ocak 2023 Kastamonu/Ağlı Instagram: umidinizz